if you go chasing rabbits, and you know you're going to fall..

25 Nisan 2015 Cumartesi

Seyahat

Yolculuk yapmayı, daha doğrusu yola çıkmayı seviyorum, insanların çoğu gibi. Fakat bu bir iş seyahatiyse ve bu seyahate tek başıma çıkmamışsam derin bir yalnızlık ve yabancılık hissiyle geri dönüyorum. Her gün tekrarlanan şeylere gün geliyor alışıyor insan veya işi bitince kimden uzak durup kime yakınlaşabileceğine, ne zaman yalnız kalmak istediğine karar verebiliyor da, böyle yola çıkma anlarında hiçbir şey sıradan bir gün gibi olmuyor.
Bundan altı gün önce pazartesi yola çıkarak Washington'a gittim ve yalnız değildim. Yorucu bir uçak yolcuğundan sonra, her iş seyahatinde olduğu gibi, dakikalarca odayı köşe bucak kurcalayacağım bir otele yerleştim. Yurt dışına çıktığımda, bu zamana kadar hep hostellerde kaldım, şimdi gitsem yine öyle yaparım; oradan artırdığım parayla gezer, yer içer ve kendime hatıra kalacak şeyler alırım. Fakat iş vesilesiyle gittiğimde her seferinde şaşkınlık yaşayacağım otellerde kalıyorum; alışkın olmadığım bu lükse, banyoda neden bu kadar çok havlu var ki şeklinde anlamsız sorgulamalarım eşlik ediyor. Washington'da geçirdiğim üç buçuk gün, kendi başıma gezdiğim, içtiğim, yürüdüğüm yarım gün hariç saçma sapan geçti. Bazılarına katlanmak gerçekten çok zor. Bütün bunlar da geçecek dedim, geçti, şimdi evimdeyim ama neyi değiştirir ki? O yollar, o insanlar bir kez daha karşıma çıkmayacak mı? Onlar konuşurken ve ben çoğu zaman dinlemezken, hep saçma sapan şeyler söylediğimi hayal ettim. Mesela, 'o zorla ısmarladığın yemek var ya, öve öve bitiremediğin, bok gibiydi gerizekalı!' gibi. Ya da, 'sen bunlara kitap mı diyorsun beyinsiz piç, saatlerimi senin peşinde harcamak zorunda mıyım ben?' şeklinde. Bunları değil, bunların binde birini söylesem şu an kapının önüne koyulmama karar verecek insanlardı bunlar. Kariyer böceklerinin yerimde olmak için can atacağı fakat benim en ufak bir istek sergilememe rağmen mecbur kaldığım şeyler bunlar. Sevmediğim otlar kafamda, götümde başımda bitiyor artık. 
Bir akşam büyük beyfendilerin isteği ve dayatması eşlinde bir et restoranına gittik; gavurcası steak house. Etin nasıl pişmesini istediğime bile kendim karar veremediğim bu mekanda, dinini imanını sevdiklerim yüzünden etin yanında bir kadeh şarap bile içemedim. 'Just water, please' günde üç kere. Yuvarlak masa etrafında eşsiz muhabbetlerini dinlemezken çevreyi izliyordum. İnsanların bir şeyler içmek için bara oturduğu, ardından yemek yemek için restoran kısmına geçtikleri, sempatik garsonların olduğu mekanları ilk kez filmler dışında kendi gözlerimle görüyordum, tabii ki masada dönen saçma sapan muhabbetlere kulak tıkayacaktım. Artık 'ya bana bir şeyler sorarlarsa' endişesini bile bir kenara atmıştım; sorarlarsa bilmiyorum deyip geçecektim, tıpkı aynı gün öğleden sonra yaptığım gibi. Her bıçak darbesinde etteki tüm kan koca tabağa yayılıyordu. Her lokmadan sonra da 'gerçekten inanılmaz lezzetli' demek zorundaydık. Sizi oraya getiren, pardon sürükleyen, insana minnet duymak boynunuzun borcu. Zaman geçti, etler yendi, yiyemeyen yuttu, aklımda şarapla suyu içtim, aklıma gelen her şeye küfrettim. Küfretmekten yorulduğum an, boş tabakta kalan kan gözüme ilişti. Madem dedim, bu kadar yalnızım, bari biraz da tek başıma kalabilseydim. Kafamı kaldırdığımda karşı masada oturan adamla göz göze geldik. Yaşı baya vardı, bembeyaz kıvırcık saçları tepede toplanmıştı. Durmuş bana bakıyordu adam. Zaman geçti, masadakiler tatlı yedi, kahve içti, ben sadece kahve içtim. Adam hala bana bakıyordu. Yanında oturan, kendisiyle aynı yaşlardaki kadın konuşuyor, adam da onu dinliyor fakat dikkatle bana bakıyordu. Belki birine benzetmişti beni; ama ben birine benzetmekten öte beni anladığını düşünmek istedim. Beni bir tek o anlamıştı, karşı masadaki beyaz saçlı adam. Sonra kalktık restorandan. Hesabı ben ödemedim. Otele gidip suyla doldurduğum küvette yattım uzun bir süre. Uyumuşum, su soğurken uyandım.

21 Mart 2015 Cumartesi

TAŞINMAK

Yaşadığım yeri değiştirmek, hayatımı göz önünde bulundurunca, bana çok uzak bir terim. Yaşadığım şehri değiştirene kadar yaşadığım evi değiştirmemiştim. Hep aynı odada, aynı pencerenin önünde, aynı apartman çatılarına bakarak geçti zamanım. İstanbul'a yerleştiğimde kendime bulduğum evde daha uzun süre oturacağım sanırdım. Bu şehre tam olarak yerleşmediğim ve Ankara - İstanbul arası mekik dokuduğum bir zamanda, evimde ilk kez uyuyacağım gece ufak bir valizi sürükleyerek evin önündeki otobüs durağında inmiştim. Mahallede elektrikler kesikti ve valizin tekerleğinin arnavut kaldırımda çıkardığı boyundan büyük ses dışında çıt çıkmıyordu. Zar zor eve girmiş ve pencereleri örten hiçbir perde olmaması sayesinde azıcık aydınlık salonda yer alan tek koltuğa oturmuştum. Elektrikler gelene kadar korkmadan kendimi oyalamak adına ağzımın içinde gevelediğim masallardan beri yaşadığım evi kendimin olarak benimsemiştim. İnsan faktörünün her şeyin belirleyicisi olduğunu unutmuşum; penceremin önünü boş bırakmayan martıları, mahallede beslediğim kedileri, yağmur yağınca sokağa fırlayan salyangozları ve bir gün, gördüğüme fazlasıyla şaşırdığım, yolunu kaybetmiş kaplumbağayı sevdim ben en çok. Esnafı da çok sevmiştim. Hangi peyniri sevdiğimi gayet iyi bilen peynirci abi, bir hafta gitmesem taşındım sanıyordu. Sonra içtiğimiz ve parası alınmayan çaylar var, bozuk para ararken, parayı istediğimde getirmemi söyleyen fırın var. Ama bunların yanında, atmak için kapının önüne poşetle koyduğum içki şişleriyle alakadar olan bir kapıcı, selam vermek yerine kapı çarpan komşular, acil bir ihtiyacım olsa bir şey isteyemeyeceğim on daire sakini var. Para dışında hiçbir şey umurunda olmadığı halde, istediğini sonuna kadar almasına karşın, dişimi göstermek zorunda kaldığım ev sahibindense bahsetmek bile gelmiyor içimden. Bu nedenle taşınıyorum. Bu şehirde ciddi başarı ve azim gerektiren şeylerden biri ev bulmak (ve tabii ki ciddi bir maddi yük). Bunu atlattığım, kendimden dört yaş büyük ev sahibiyle şimdilik iyi geçindiğim ve hatta daha yerleşmeden komşu bile bulduğum doğrudur. Kalabalık ve gürültülü bir caddeden bir sokak arkaya geçerek ulaşacağım yeni evime. Önünden martıların koşturarak uçacağı kadar yer yok ama çatının üstünden uçmalarını dilerim. Kedilere ise her zaman her yerde alan mevcut; Marul için mama alırken onlar için de alacağım. Tıpkı şimdi yaptığım gibi. Kendime yeni bakkal, market, terzi, tamirci vs. de bulmalıyım. Neyse ki bu sefer sokağında bol sayıda küçük bakkal olan bir mahalleye taşınıyorum; tek katlı şarküteriyi yıkıp koca bina yapacakları bir yer değil (zaten her yer bina). Kısacası, alışkın olmadığım şu saçma tedirginlik ve 'hadi gitmiyor muyuz daha' hissinden kurtulmam için eşyalarımı toplayıp yeni evime yerleştirmeye ihtiyacım var. Kitaplığı yerleştirir, Marul'un bu evde uyuduğunu görür, bir de gidip çay-kahve yaparsam her şey yoluna girecek. 

1 Mart 2015 Pazar

Ocak ve Şubat Ayı Kitapları

Buraya yeniden bir şeyler yazsam, yeni bir blog sayfası mı edinsem, yazmasam mı derken okuduğum kitapları yazmakta karar kıldım. Sanırım blog yazma alışkanlığı yavaş yavaş herkeste yok oluyor, müsebbibi anlık paylaşımlar olsa gerek. 

Okuma alışkanlığımı daha sistematik hale getirmek ve neler okuduğumu topluca görebilmek adına Goodreads profili oluşturdum. Geçtiğimiz yıl kendime koyduğum kırk kitap okuma hedefimin %60'ını gerçekleştirdiğimi görünce çok utandım. Kırk kitap bir yıl için oldukça düşük bir rakamken, işten bana kalan vakitlerimin tamamını okumak-yazmak ve izlemek arasında bölüştürdüğüm için okuduğum kitap sayısında biraz azalma oldu. Bu yıl daha iyi başladım ve daha iyi gideceğine eminim. 

2014 yılını Mehmet Rauf'un Eylül'ünü okuyarak bitirdim. İlk psikolojik romanı okumak için geç bile kalmıştım. Bir durumun yarattığı psikolojik etkilerin uzun uzun anlatıldığı, bunun yanında kusursuz bir İstanbul tasvirinin yer aldığı Eylül, özlemiş olduğum tadı verdi bana. Bordo-Siyah Yayınları, eski dilde yer alan sözcükleri dip not olarak açıkladığı için, okumak daha kolay oldu. 

Ocak ve Şubat aylarında okuduğum kitaplar şu şekilde,

Dilek Emir - Tek Kişilik Kahvaltı
23447510

Notos'ta birkaç sayı evvel Genç Yazarlar dosyası vardı. Dilek Emir, o dosyada dikkatimi çeken genç yazarlardan biriydi. Dosyadan seçip Hakkı İnanç'la okumaya başladığım yazarlara Dilek Emir ile devam ettim. Kitabı açtığımda ilk dikkatimi çeken kısım özyaşam öyküsü oldu. İki satır, çok basit ve çok tanıdık. Tek kişilik Kahvaltı, kısa kısa 21 öyküden oluşuyor. İlk birkaç öykü kitabın devamı hakkında fikir vermekten uzak çünkü öykülerin ritmi gittikçe yükseliyor. Özellikle de kitaba ismini veren Tek Kişilik Kahvaltılar adlı öyküde Dilek Emir tüm hünerini sergileyerek bir sayfalık kahvaltı hazırlama sürecini anlatıyor. Bana kalırsa kitaptaki en etkileyici kısım o kahvaltı. İnsan, birisi telefon edip 'kahvaltı hazır, hadi gel,' diyecek gibi hissediyor (o telefon hiç çalmıyor elbet). 
Tek Kişilik Kahvaltı, Sait Faik'ten şu alıntıyla başlıyor:

"Hani bazı çocuklar ısrarla bir fena hareketi yapmadıklarını iddia ederler. Hakikaten de yapmamışlardır. Ama yapmış gibi bir halleri de vardır. Yapmamış insanların tabiliğini bir türlü alamazlar. İşte ben o çocuklardan biri gibi idim."

Kitap Evi - Enis Batur
Kitap Evi

Enis Batur'un nasıl bu kadar çok sayıda kitap yazdığını hala anlayabilmiş değilim. Kitap Evi, yazarın 2014 yılında çıkan kitabı. Konusu kitapsever herkesin en az bir kez hayalini kurduğu şey aslında: Size hiç tanımadığınız birisi, koca bir ev dolusu kütüphane miras bırakırsa ne olur? Enis Batur bu mesele çerçevesinde, okumak, yazmak, kitaplar ve kitap tutkusu hususlarında her zamanki sade üslubuyla bir tartışmaya girişiyor. Onun elinden çıkan şeyin kötü olma ihtimali pek yok gibi.

"Okumanın ayrılmak, içeriye çekilmek olduğunu söylememiş miydim? Bütün evren kenarda durur okurken... Aydınlık, ılıman, korunaklı bir diyardasınızdır; karanlık, sert, ürkütücü bir yazının harfleri gözünüzün önünden akıyor olsa bile. Işığınızı söndürüp başınızı yastığa koyduğunuzda, sizi kuşatan gerçek dünyanın yerini daha gerçek bir dünyanın alacağını bilirsiniz. Böyle okumamışsanız hiç, siz henüz yaşamamışsınız demektir."

Olivya Çıkmazı - Nazlı Karabıyıkoğlu

Olivya Çıkmazı

Nazlı Karabıyıkoğlu da diğerleriyle birlikte keşfettiğim genç yazarlardan. kitap 15 adet kısa öyküden oluşuyor. Öykü karakterleri birçok yazarda hissedildiği gibi hep aynı tipte, aynı toplumsal sınıfa mensup kişilerden oluşmuyor. Küçük alıntılarla başladığı öykülerinin yanı sıra, "Ali İsmailime, Berkinime ve abilerine" diye başladığı öyküleri var; çok samimi, daha neler yazacağını müjdeleyen bu öyküleri ben çok sevdim. Hakkı İnanç'tan sonra Nazlı Karabıyıkoğlu da çok güzel şeyler yazacakmış gibi hissediyorum. 

Kendine Ait Bir Hayat - Milner Marion
 

Bu kitap, Metis'ten son çıkanlar arasında. Yazar farklı bir deneye girişip kendini ve iç dünyasını keşfedebilmek adına kendini mutlu eden her şeyi tek tek not alıyor. Uzun süren böyle bir uğraştan sonra söz konusu kitap ortaya çıkıyor. Marion, psikanalist imiş; kitabın Metis'ten çıkmasını da olumlu bir işaret sayan arkadaşım kitabı bana hediye etti. Genel olarak beğenilmesine rağmen ben sevmedim ve çok zor bitirdim. İş yerinde gördüğüm ve ziyadesiyle bıktığım insan güruhunun gösterişe ilgisinden bazı izler gördüm yazarın kendisinde. Bu bir kitabı sevmemek için neden oluşturamaz ama bana fazla geliyor. Kendisinin nasıl oluyor da bir psikanalist olduğunu da anlayamıyorum.

Başıboş Bir Yolculuktan Notlar - Fernando Pessoa

Başıboş Bir Yolculuktan Notlar

Pessoa'dan kısa kısa alıntılar, aforizmalar içeriyor. Pessoa'ya benim kadar hayran herkesin edinmesi gerek. Bir oturuşta okuyup sonra yeniden kurcalamaktan kendini alamıyor insan. Işık Ergüden çevirisi ile hem de.

Düş Kaçıran - Cemil Kavukçu
Aynadaki Zaman - Cemil Kavukçu

1105234116004756

Cemil Kavukçu'nun Notos'ta çıkan öykülerini bir süredir takip ediyor ve çok beğeniyordum. Düşkaçıran ve Aynadaki Zaman öykü kitaplarını yeni bitirdim. Cemil Kavukçu, bana kalırsa, öykü yazıyor fakat öykü kitaplarını roman gibi kurguluyor. Duvarda asılı tüfeğin patlaması misali, bir öyküye giren bir karakter diğer bir öyküden çıkıyor; tıpkı Seray Şahiner'in Hanımların Dikkatine adlı kitabında olduğu gibi. Cemil Kavukçu'da bir öykü yazarında aradığım özelliklerin çoğu mevcut; sade bir dil, akıcı bir anlatım, kusursuz bir öykü kurgusu ve sıradan karakterler. Diğer öykü kitaplarını da en kısa zamanda okunacaklar listeme aldım. 



2 Ocak 2015 Cuma

Blood Simple




"Dünya şikayet edenlerle dolu. Ama gerçek şu ki, hiçbir şey garanti değildir. Papa da olsanız, birleşik devletler başkanı da, ya da yılın adamı; önemli değil. Her şey ters gidebilir. 
Devam edin, şikayet edin, dertlerinizi komşunuza anlatıp yardım isteyin, sonra da kaçıp gidişlerini izleyin."




Blood Simple, 1984 (Joel Coen, Ethan Coen)

29 Temmuz 2014 Salı

The Silence


Anna: You're always harp on your principles. Everything has to be desperately important and meaningful.

Ester: How else one can live?




The Silence (I. Bergman)

4 Haziran 2014 Çarşamba

Ölçümsüz

Edip Cansever, "ve bu yorgun, bu üzünçlü yüreği, benim değilmiş gibi, kimse görmeden, şöyle bir yol kenarına bıraksam.." diyor ya, bu şiiri biraz değiştiriyorum şimdi. Bu ne olduğu belirsiz ruh halini, benim değilmiş gibi, ve hiç bana ait olmamış gibi, şöyle bir yol kenarına bıraksam.."
İyi ki şiir yazmıyorum ya da iyi ki şiir yazmayı hiç beceremediğimin farkındayım. Bunu bu kadar iyi yapan insanların yanında iki kelimesini değiştirdiğim şeyden bile utanıyorum. 
Cortazar okuyorum hala ve dışarıda yağmur yağıyordu. Kitabı bıraktım, camın önünde dikildim bir süre. Halı durduğum yere kadar uzanmadığından terliklerimi giydim ayağıma. Sanki yaz gelmekte değilmiş gibi, dolabın gerilerine iteklediğim eşofman altını da giymiştim. Kahve hazır olalı baya süre olmuştu; mutfağa gidip almaya üşendim. Zaman zaman romantikleşen her insan gibi, camdan aşağı kayan yağmur damlalarının fotoğrafını çektim. Sonra fotoğraflarıma baktım. On beş gün oldu geleli ve fotoğraflara bakarken bir an o seyahati ben yapmamışım gibi hissettim. An, bazen o kadar güçlü ki, hiçbir şey içermese, hiçbir anlamlı bütünlüğü olmasa da, kendinden öncesini ezip geçiyor. Her şeyi hiç olmamışa çevirebiliyor. Tıpkı, çok eskiden bir kez olmuşu, şu an oluyormuş gibi hissettirebildiği gibi. Sonra seçtiğim birkaç tanesini, fotoğraflarımı koyduğum sayfaya ekledim; başkasının fotoğraflarıymış gibi baktım sonra. Dediğim gibi, emin oldum. "Ben bir başkasıdır." Nerden mi çıktı bu? Çünkü şöyle söylüyor Cortazar, Cinayeti Gördüm adlı öyküsünde,
"Bakmasını bildiğimi sanıyorum, bildiğim bir şeyse bu baktığım. Her bakıştan yalancılık sızdığını, çünkü her bakışın bizi, en ufak bir güvencemiz olmaksızın kendimizden dışarı ittiğini de biliyorum."

Kafama üşüşen sözcükler nefes alacak yer bırakmıyor; kaçamadığım, kaçamayacağım insanlar gibi. Oysa bir sözcük, bin insandan iyidir; bir kısmını bir yere atıp kurtulduğumda kalanıyla daha rahat nefes alabilirim. Birkaç gün sadece kitap okuyup, bir şeyler yazmaya çalışıp sözcüklerimle mutlu olmak isterdim. Oysa yarın gidilecek bir iş, alınacak hediye, önceden rezervasyonu yapılan gösterime iştirak, ertesi gün kutlanacak bir doğum günü, ilaç etkisiyle fazladan uyunacak uyku, anlarlar umuduyla anlatılacak dertler ve yağmurdan sırılsıklam olacağı beklenen bir ben var. 

5 Nisan 2014 Cumartesi

Şiirsiz

Evde Melisa Kesmez okumaya devam ediyorum. Sessiz sakin bir ortamda acele etmeden okumak istediğim için kitabı evden çıkarmıyorum. Serviste başka şey, bir yerlerde kahve içerken başka şey, evde başka şey okuyorum. Didik didik ettiğim dergiler, yolda bana eşlik edenlerin başında geliyor. Bir süre evvel neler okuduğuma baktım da, Perec, Pavese, Pessoa ve Cortazar arasında dönüp durmuşum. Perec okumak, sonuna doğru soğusa bile tadına doyamadığım, bitmesin diye kaşığa daha küçük parçalar aldığım sufle gibi benim için. En büyük zevkleri tatlı yemekle ilişkilendiriyorum ben. Pavese, uzun bir seyahatin sonuna sakladığım, gitmekte kararsız kaldığım bir yeri gezmek gibi farklı. Pessoa, dönüp dolaşıp son kahveyi içtiğim bir yere benziyor; tanıdık, vazgeçilemeyen ve sürekli tekrarlanan..Cortazar okumak ise eşsiz ve tekrarı olacak mı bilemediğim bir anı deneyimlemek gibi. Cortazar'ın Mırıldandığım Öyküler'i okumuştum en son, Kedi Uyumu var içerisinde. Cortazar bir dahi ve masamda bulduğum tüm Cortazar kitapları aldığım en güzel hediye.Buralarda ve bu insanlarla yaşamak ağır bir yük haline geldiğinde, kaçacak başka yerimiz yok.

En çok Perec'le vakit geçirmişim, halinden belli.


Az önce kahvaltı sonrası çayı eşliğinde Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz'den birkaç öykü okudum; istediğim, aradığım, erişmeyi arzuladığım şeyi bulmuşçasına. Hayatım boyunca ama şimdi daha fazla gördüğüm, maruz kaldığım ve hayatımın içinde olmadıkları için mutlu olduğum adamlar hakkında bir tanım bulmuş: Şiirsiz! Nasıl güzel bir hakaret bu. Bundan sonra ağız dolusu küfretmeden önce düşünüp yüksek sesle bunu tekrarlamak istiyorum: Şiirsiz. Kimse de anlamaz, yine o boş bakışlarıyla bakarlar yüzüme, uzak durmaya çalışırlar, ben de bağırırım şiirsiz diye.

"Ömürlerinin kayda değer bir bölümünü birtakım ofislerde geçirecek, pazar sabahı takım eşofmanlarıyla Hürriyet almaya gidip, dönüşte "Karıcığım, simit yeni çıkmıştı, dayanamadım" diyerek hayatlarının ne kadar muhteşem, ne kadar kusursuz, ne kadar hep hayal ettikleri gibi olduğunu muştulayacak erkeklerdi hepsi. Ya da bana öyle gelmişti masanın diğer ucundan bakıverince. Ülkenin iyi okullarından topladıkları diplomalarının ve biricik annelerinin umutlarını boşa çıkarmamak için ant içmişler sanki. Şiirsiz adamlardı. Evet, şiirsiz!" *






* Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz, Melisa Kesmez, sf:49