Yolculuk yapmayı, daha doğrusu yola çıkmayı seviyorum, insanların çoğu gibi. Fakat bu bir iş seyahatiyse ve bu seyahate tek başıma çıkmamışsam derin bir yalnızlık ve yabancılık hissiyle geri dönüyorum. Her gün tekrarlanan şeylere gün geliyor alışıyor insan veya işi bitince kimden uzak durup kime yakınlaşabileceğine, ne zaman yalnız kalmak istediğine karar verebiliyor da, böyle yola çıkma anlarında hiçbir şey sıradan bir gün gibi olmuyor.
Bundan altı gün önce pazartesi yola çıkarak Washington'a gittim ve yalnız değildim. Yorucu bir uçak yolcuğundan sonra, her iş seyahatinde olduğu gibi, dakikalarca odayı köşe bucak kurcalayacağım bir otele yerleştim. Yurt dışına çıktığımda, bu zamana kadar hep hostellerde kaldım, şimdi gitsem yine öyle yaparım; oradan artırdığım parayla gezer, yer içer ve kendime hatıra kalacak şeyler alırım. Fakat iş vesilesiyle gittiğimde her seferinde şaşkınlık yaşayacağım otellerde kalıyorum; alışkın olmadığım bu lükse, banyoda neden bu kadar çok havlu var ki şeklinde anlamsız sorgulamalarım eşlik ediyor. Washington'da geçirdiğim üç buçuk gün, kendi başıma gezdiğim, içtiğim, yürüdüğüm yarım gün hariç saçma sapan geçti. Bazılarına katlanmak gerçekten çok zor. Bütün bunlar da geçecek dedim, geçti, şimdi evimdeyim ama neyi değiştirir ki? O yollar, o insanlar bir kez daha karşıma çıkmayacak mı? Onlar konuşurken ve ben çoğu zaman dinlemezken, hep saçma sapan şeyler söylediğimi hayal ettim. Mesela, 'o zorla ısmarladığın yemek var ya, öve öve bitiremediğin, bok gibiydi gerizekalı!' gibi. Ya da, 'sen bunlara kitap mı diyorsun beyinsiz piç, saatlerimi senin peşinde harcamak zorunda mıyım ben?' şeklinde. Bunları değil, bunların binde birini söylesem şu an kapının önüne koyulmama karar verecek insanlardı bunlar. Kariyer böceklerinin yerimde olmak için can atacağı fakat benim en ufak bir istek sergilememe rağmen mecbur kaldığım şeyler bunlar. Sevmediğim otlar kafamda, götümde başımda bitiyor artık.
Bir akşam büyük beyfendilerin isteği ve dayatması eşlinde bir et restoranına gittik; gavurcası steak house. Etin nasıl pişmesini istediğime bile kendim karar veremediğim bu mekanda, dinini imanını sevdiklerim yüzünden etin yanında bir kadeh şarap bile içemedim. 'Just water, please' günde üç kere. Yuvarlak masa etrafında eşsiz muhabbetlerini dinlemezken çevreyi izliyordum. İnsanların bir şeyler içmek için bara oturduğu, ardından yemek yemek için restoran kısmına geçtikleri, sempatik garsonların olduğu mekanları ilk kez filmler dışında kendi gözlerimle görüyordum, tabii ki masada dönen saçma sapan muhabbetlere kulak tıkayacaktım. Artık 'ya bana bir şeyler sorarlarsa' endişesini bile bir kenara atmıştım; sorarlarsa bilmiyorum deyip geçecektim, tıpkı aynı gün öğleden sonra yaptığım gibi. Her bıçak darbesinde etteki tüm kan koca tabağa yayılıyordu. Her lokmadan sonra da 'gerçekten inanılmaz lezzetli' demek zorundaydık. Sizi oraya getiren, pardon sürükleyen, insana minnet duymak boynunuzun borcu. Zaman geçti, etler yendi, yiyemeyen yuttu, aklımda şarapla suyu içtim, aklıma gelen her şeye küfrettim. Küfretmekten yorulduğum an, boş tabakta kalan kan gözüme ilişti. Madem dedim, bu kadar yalnızım, bari biraz da tek başıma kalabilseydim. Kafamı kaldırdığımda karşı masada oturan adamla göz göze geldik. Yaşı baya vardı, bembeyaz kıvırcık saçları tepede toplanmıştı. Durmuş bana bakıyordu adam. Zaman geçti, masadakiler tatlı yedi, kahve içti, ben sadece kahve içtim. Adam hala bana bakıyordu. Yanında oturan, kendisiyle aynı yaşlardaki kadın konuşuyor, adam da onu dinliyor fakat dikkatle bana bakıyordu. Belki birine benzetmişti beni; ama ben birine benzetmekten öte beni anladığını düşünmek istedim. Beni bir tek o anlamıştı, karşı masadaki beyaz saçlı adam. Sonra kalktık restorandan. Hesabı ben ödemedim. Otele gidip suyla doldurduğum küvette yattım uzun bir süre. Uyumuşum, su soğurken uyandım.